29 Ağustos 2011 Pazartesi

AZ

"Diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın. Belki de çok az... O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum... Az...
Sen de fark ettin mi? Az dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazmadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi..."
-Hakan GÜNDAY-

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Güzel Bir Gün

- dinlenesi bir şarkı -

Venezüella Simon Bolivar Senfoni Orkestrası Konseri

 Dün teyzem konsere bilet alırken bana da almış. Hiç planlarım da yokken bu fırsatın ayağıma gelmesi beni hayli mutlu etti. Nilüş'e burdan bir kez daha teşekkürlerimi iletip öpücükleri yanaklarına konduruyorum. Zaten dışarıda olduğum ve yeni taşınan arkadışıma birazcık da olsun yardımım dokunur diye gittiğim için üstüm oldukça perişan vaziyetteydi. Konser hakkında ki bilgim orkestranın Venezüella'dan geldiği ve müzisyenlerin çoğunu yoksul ailelerin çocuklarının oluşturduğundan ibaretti.





  Konserin başlangıcında İKSV başkanı konuşmasını yaptı, sponsorlara teşekkür etti ki bende kendisine ve yardımı dokunan herkese teşekkür ederim. Çünkü konser "mü-kem-mel" idi.




İlk başta hepsi takım elbisleri ve siyah ciddi kıyafetleriyle yerlerini aldı. Uzaktan bakınca büyük insanlar gibi gözüküyorlardı. Kulaklarımızın pasını sildiler tabiri çok güzel uydu diyebilirim. İlk iki parça insanı hipnotize edebilecek güçteydi bence. En arka ortadaki davulcudan gözlerimi alamadım. Orkestra şefi Gustavo Dudamel'i hayranlıkla izledim. El ve vücud hareketleri suyun içinde dans eden yosunlar gibiydi. Dalgalar çoğaldıkça o da hızlanıyor ve orkestaryı muazzam yönetiyordu. En çok dikkatimi çeken ise kendisi iki parça sonunda da biz seyirciler ellerimiz kopana kadar alkışlamamıza rağmen bir şef gibi dönüp selam vermedi. O her parça sonunda orkestrasının içine karışıp çalanlardan biriymiş gibi onlarla beraber gülümsedi. Çok asil gözüküyordu.






İkinci yarı ayrı bir güzeldi. İki parça sonunda bazı insanlar konserin bittiğini sanıp çıktılar. İyi de sanatçı sahneden inmeden seyirci salondan ayrılmaz. Onlar adına üzüldüm çünkü en muhteşem yerini kaçırdılar. Ben dahil herkes ayağa kalkıp deliler gibi alkışladık orkestrayı, herkesin onlara saygı duyduğu kaçınılmaz bir gerçekti. Birden bütün ışıklar kapandı. Seyirciler sustu. Işıklar açıldığında şef dahil orkestrada ki herkesin üstünde renkli formaları vardı! Karnaval gibiydi! Şef aşağı seyircilerin arasına indi ve kendisinin yerini tahminimce yaşı 13-14 olan bir çocuk aldı. İnanılmaz canlı, hareketli bir parça çaldılar ve çocuk kendine hayran bırakıcak şekilde yönetti orkestrayı. Parça bittiğinde ise mütevaziliğiyle büyüledi. Selam vermeye çekindi, kendinden yaşça büyük kemancıların arkasında olmayı tercih etti. Zorla öne çıkardılar ve selam verdi. En son final parçasında ise başka biri çıktı yönetmek için. Sanıyorum o da 16-17 yaşlarında idi. İşte bence konserin en can alıcı yönü bu kısmıydı! Bütün orkestra mühtiş bir enerjiyle dans edip enstürmanlarını havaya fırlatıp çalıyorlardı. Şef''in hareketleri bana MJ'yi hatırlattı. :) Sizin için bir video koyuyorum. Mutlaka izlemelisiniz.
http://www.youtube.com/watch?v=WWs9G-c_pcs





İyi ki gelmişiniz. Hayatı daha neşeli yapıyorsunuz. Yolunuz açık olsun ! :)


5 Ağustos 2011 Cuma

"Biz Bozcaadadaydık"

   Aylinle her yaz sonunda "Bu yaz çok güzeldi kuzen, en iyisiydi." deriz birbirimize. Kendisi benim biricik kuzenim, kardeş yarımdır. Bir hafta görüşmeyelim, o hafta bize ay gibi gelir telefona sarılırız. Yine beraber tatil yaptığımız çoğu yazdan biriydi bu. Asos sonra Bozcaada yazıydı. Bozcaada diğer adıyla Tenedos tek kelimeyle "şahane"idi.

   Hikaye iki kızın ve iki erkeğin adaya ayaklarını basmalarıyla başlıyor. Biz ne yapalım diye düşünürken pekmezli koltuğa sahip bir araba durdu yanımızda. İçinde tanımadığımız iki komik adam, diyormuşum. Aslında pek yalan da sayılmaz. Kim olduğumuzu aynı okulda olduğumuzu az çok bilmemize rağmen, birbirimizi tanıyor sayılmazdık. Bindik arabaya dedik nereye, dediler şarap tatmaya mahzenlere. Daha güzeli olamazdı zaten.

Merhaba CORVUS!




  Corvus şaraplarının üzümleri adada bağlarda yetişiyor. Bu yüzden pek bir ucuzlar, ama bir o kadar da lezzetliler.

  Orada ki tadım işleri bitince döndük merkeze. Taha Dağlı bizi başka bir yere götürdü. Ama en güzeli Sevgili Sezgin abinin yeriydi. Kendisi İstanbul düşmanı, ada bağımlısı. Tatlı, huysuz, komik bir amca. Bize şarap da verdi kadeh ve peynir de. -peynir pek bir acıydı, sevgili bekçi köpeğine selamlar.- Bindik arabaya, biz geliyoruz Rüzgargülleri. Dediler ki buraya geldik günbatımını izlemeden gidemeyiz. Gittik oturduk, açtık karalahnamızı, çıkardık peynirimizi.

Dizildik yanyana.
Uçurumun kenarına.
Güneşin karşısına.
Rüzgargüllerinin önüne.




Yeni tanıştık ama yıllardır tanışıyor gibiydik. Güneş ihanet etti. Batar gibi yapıp bulutların arkasına saklandı. 




Birand Özer dj lik yaptı, Taha Dağlı organizatör olmuş onunla uğraştı, ben kaç bardak içebilirim diye hesaplarken Aylin Atıl afiyetle bitirdi hepsini. Dönüş yolunu gece zor bulsak da döndük. Akşam acıktık balık restaurantı bize et yaptı. Taha rakı açtı benim zayıf bünyem ona eşlik etti. Birand ile Aylin şifrelerle ilgili bilgili konuşmalar yaparken bizim kafamız karıştı. Sonra şaraplarımızı alıp kayalıklarda dertleştik.

Ertesi gün de muhteşemdi, deniz kum güneş, okey günüydü.









  Okeyde baya iyiydik... Ama baya. :) Yendik, istediğimizi yaptırdık - nasıl yendik orası biraz uzun hikaye -
   "https://www.facebook.com/video/video.php?v=10150241914384545"




  Bol bol fotoğraf çektik. Herkes hayatından memnundu. Ada hepimize huzurlu geldi. Bunu baya tartıştık ."Bu kadar sakin insanlar değiliz aslında, normalde." Hiç yakınmadık. Birbirimize yettik. Tenedos'un kendine ait büyüsü var. İnsan farklı hissediyor orda.

Hepinize kucak dolusu öpücükler;




Aylin Atıl, Birand Özer, Taha Dağlı.

2 Ağustos 2011 Salı

"Bahçeşehir Tanıtım"

     Yazın bir ay boş boş oturmaktansa okulun tanıtım günlerinde çalışayım dedim. İnsanlarla tanışırım eğleniriz diye düşündüm, nitekim öyle de oldu. Güzel yazlardan biriydi seneye de çalışacağım büyük ihtimalle. Büyük bir ekibiz ve herkes gerçekten çok tatlı.

      İlk işimiz mezuniyet töreniydi. Bakın nasılda güzel oldu.










            Sonra başladı asıl tanıtım. Biz hayli eğlendik.








Benim saçlarım ve David Abohayra.





Son etkinlik ise Melih ve Selin ikilisi için birlikteydik. Daha uzun uzun zamanlar birlikte olmanız dileğiyle :)








Bir ekip oynak olur da, hepsi mi olur, bu kadar mı olur?


Cuma gününe kadar birlikteyiz. İyi iş çıkarıyoruz. Hepinizi öpüyorum


1 Ağustos 2011 Pazartesi

Şimdi siz geldiniz ya. İyiki geldiniz.

Bu yazı ilerde okuyup gülüceğim yazılardan sadece biri olucak. Hep özenmişimdir birşeyler yazabilenlere. Daha doğrusunu söylemek gerekirse yazdıklarını okutabilenlere. Aslına bakarsak sizinkilerden farklı bir hayatım yok. Evet, hayatımda çok farklılık var ama bunlar kendi dünyamın içinde yaşadığım şeyler. Dedim biraz paylaşayım bunları, becerebilirsem. İlk yazıda biraz megalomanlık yapıp kendimden bahsedeyim.

Ben  Buse. İsmimi pek sevmem. Başka birşey olsaymış keşke derdim de o farklı şeyi bulamadım henüz. Çok hayal kurarım. Hatta hayallerle yaşarım. Gözümü kapatmama gerek yok yeni bir dünya oluşturmam için. Yürürken yerde ki taşların gidişatına uyarak yürümeye çalışırım. Bir de müzik dinliyorsam senkronize olmasını isterim. Bazen beceriyorum. Toplu taşıma aracı ve aylık akbil hayatımın büyük parçalarını oluştururlar. Uzun süren otobus yolculuklarında dinlediğim müziğe klip çekerim. “Camdan dansçılar girer. Şoför dikiz aynasından göz kırpar ve orta kapıda ki amca şarkı söylemeye başlar. Oturan lise öğrencileri koltuklara çıkıp dans figürlerini yaparlar. Sağ camın yanında oturan yaşlı teyze kahkahalara boğulur ve ışık, ses, havai fişeklerle otobus karnaval havasına girer. Bense bunları arka koltukta izlerim.” Çok eğlenceli. Denemesi bedava.


Bahçeşehir üniversitesinde İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı okuyorum. Henüz okumuyorum aslında, bölüme daha yeni başlayacağım. O yüzden bu konu da pek birşey yazmayacağım, şimdilik.

4 kız kardeşiz. Burda yüzünüzde ya gülümse var ya da ‘huh’ ifadesi var. Gerçeği söylemek gerekirse bu konuda fazla şanslı olduğumu düşünüyorum. Her zaman başını yaslayabileceğin 3 kardeşe sahip olmak kötü birşey olmasa gerek. Kalabalığı severim. Yalnızlık pek bana göre değil. Tek başıma dışarı çıkıp yemek yemeyi bile sevmem. Dışarıda birini uzun süre beklemem gerekiyorsa  ya vitrinlere bakıyormuşum gibi yaparım ya da otobüs durağına gidip otobus bekliyormuş gibi yapıp zamanın geçmesini beklerim. Ah ya da vazgeçilmez çilek ve fıstıklı dondurma alıp gözlerimi sonuna kadar açarak yerim.

Ekim ayından beri hayatıma giren önemli bir uğraşım var. Uzun zamandır istediğim birşeyi ciddi anlamda yapmaya başladım. Dans ediyorum artık. Ama öyle dans diyip geçmeyin beyler bayanlar. İsmi çok havalı. Kendiside öyle aslında. Latin- Amerikan dansları eğitimi alıyorum. Dans sporu yapıyorum yani, naber. Hatta partnerim bile var. Bu konuda baya şanslıyım, ilk başlayanlar hemen bulamıyormuş.

Onun dışında ben severim herkesi. Kin beslediğim insan yok. Öyle bir duygu yok bende. Aslında bazen gerekli. Herkesi sevmemek gerek. Buna kesinlikle inanıyorum. İyilik meleğiyim diyemeyeceğim şeytanlık da var biraz. Akrep burcuyum, yükselenim boğaymış. Çok tehlikeli geliyor kulağa. Çocuk diyorlar bana, sen daha çocuksun. Büyük sıfatını alamadım henüz kimseden.
Hadi gelin bu şarkıyı  dinleyelim.

Bir yazı nasıl bitirilir bilmiyorum. Öğrenince uygulayacağım ama şuanlık böyle bitiyor.

Bitti.